Tony Stark, Milyarder bir iş adamı, kahraman ve bir mucittir.  Bu sefer daha güçlü bir düşmanla karşı karşıya kalıyor.  Stark  zorlu bir mücadeleye giriyor. Fakat en yakınlarını korumak içinsadece zeka ve cesarete değil, içgüdülerine de ihtiyacı var. Bu savaşta Stark'ın kafasındaki soru filmin en can alıcı yanı: "Adam mıdır kıyafeti kıyafet yapan yoksa kıyafet midir adamı adam yapan?" 

Kurgu olarak başarılı bulmasam da konunun farklılığı çok ilgimi çekti. Sinema salonlarında fragmanlarını izlerken gerildiğimiz, korktuğumuz veya güldüğümüz filmleri seslendirenlerin hikayesine daha önce rast gelmemiştim. Filme ismini veren replik (öyle bir dünya ki) ise dünyaca tanınmış Don LaFontaine aittir ve onun ölümünden sonra yerini dolduracak birini aramalarını konu edinmiştir. Başta da dediğim gibi çok başarılı bir film değil fakat izlenmeye değer..

8 yaşına kadar hayatla ilgili hiçbir şey bilmeden yaşayan Ela ile aynı durumdaki ablasını trajik bir biçimde yitirdikten sonra hayatını engellilere adayan Mahir Hoca'nın yollarının kesişmesiyle siyahtan beyaza giden bu yolculuğunda sadece bir kelimeye yer yoktur: İmkansız. Film, Mahir Hoca'nın karanlığın içindeki Ela'nın elinden tutarak onu üniversite sıralarına kadar taşıyışını ve Ela'nın umut ve vefa hikayesini anlatıyor. Benim Dünyam; sadece karanlığı görebilenlere, karanlığın anlamını baştan yazdıranların hikayesidir. Benim Dünyam filminin, 2005 Hindistan yapımı Black filminin yeniden çekimi olduğu, filmin yapımcıları tarafından doğrulandı.

Dünyanın en hızlı salyangozu olma gibi mümkün olmayan bir hayali olan sıradan bir bahçe salyangozunun başına bir kaza gelir. Bu kaza sonucu hareketlerinin değiştiğini fark etmeye başlar. Hızı artan salyangoz Turbo (Ryan Reynolds) hayallerini gerçekleştirmek için yola koyulur.

Sıcacık, içten, hayatın içinden bir film. Durağan ilerleyen filmleri sevmeyenler uzak dursun. Bir kış günü öğle vakti sakin bir film izleyecekler mutlaka ekranda bu filmde buluşsun.

Yaşanan son derece garip felaket olaylarıyla yıkılan Los Angeles kentinde, altı arkadaş bir evde mahsur kalırlar. Dışarıda dünya yıkılırken, kısıtlı erzak ve yükselen gerilim, içeride de sinirlerin gerilmesine ve arkadaşlıkların parçalanmasına neden olmaktadır.  Altı arkadaş, eninde sonunda evi terk ederek,  kaderleriyle ve, arkadaşlık ve esaretten kurtulmanın gerçek anlamlarıyla yüzleşmek zorunda kalacaklardır.

5 eski dost, 20 yıl aradan sonra tekrar bir araya gelir ve Dünya'nın sonunu getirmeye kararlıdırlar.

Barney (Stallone), Christmas (Statham) ve ekibi hayatlarının en zorlu mücadelesiyle karşı karşıyalar! Bir zamanlar Barney ile birlikte ekibin kurulmasında rol alan Conrad Stonebanks (Gibson), şimdilerde silah satıcısı olarak çalışmaktadır ve bu durum ekibin geri kalanını rahatsız eder. Bu nedenle Stonebanks ekibi dağıtmayı kafasına koymuştur. Barney ise karşı bir hamle olarak, yeni ve genç üyelerin de eklendiği ekibini yeniden toplar. Artık ekipmanları ve teknikleri de daha güçlü ve moderndir. Ancak karşılarına çıkacak her türlü kötülüğe tam olarak hazırlıklı mıdırlar?

Eli Roth & Strike Entertainment dünya çapında 70 milyon dolar hasılat yapan THE LAST EXORCISM’in devam filmini daha korkutucu bir şekilde izleyiciyle buluşturuyor. Öyle görünüyor ki Nell Sweetzer’ın son şeytan çıkarması çok da işe yaramamış. Nell geri dönüyor, şeytanları da... İlk filmin kaldığı yerden devam eden ikinci filmde şeytani bir ritüel sırasında bir tarikat aracılığıyla şeytani bir bebek doğuran Nell Sweetzer oradan kaçtıktan sonra üstü başı kir içinde ve korkmuş bir şekilde ormanda bulunuyor. Nell doktorlar tarafından muayene ediliyor ama geçen birkaç ayı hiç hatırlayamıyor. Sadece yaşananların sonucunda ailesinin öldüğünü biliyor. Davreaux’ya taşınıyor ve terapist Frank Merle’ün yardımıyla hayatını bir düzene sokmaya çalışıyor. Hatta Chris isimli bir gençle çıkmaya ve yerel bir otelde çalışmaya bile başlıyor. Ama Nell bir şeylerin yanlış gittiğini hisseder. İlk ŞEYTAN ÇIKARMA’da onu ele geçiren şeytan yine Nell’in peşindedir. Şeytan Nell’i istiyor ama öncekinden daha farklı bir şekilde…

Cinayete meyilli Sawyer ailesinin efsanevi hikayesine Tobe Hooper’ın yıllarca insanların arkalarında bir iz bırakmadan kaybolduğu Newt, Teksas’ta geçen 1974 yapımı korku klasiğinin kaldığı yerden devam ediyor… Kasaba halkı uzun zamandır bu kayıplardan Sawyer ailesinin sorumlu olduğundan şüphelenmektedir. Şüpheleri sonunda genç bir kadının dört arkadaşının korkunç şekilde öldürülmesinin ardından Sawyerların evinden kaçtığı sıcak bir yaz gününde doğrulanır. Küçük kasabada söylentiler artınca, öfkeli bir kalabalık Sawyerların evinin etrafını sarar ve evi ateşe vererek ailenin tüm fertlerini öldürürler. Dahası, öldürdüklerini düşünürler. Yıllar sonra ilk olayların yaşandığı yerden kilometrelerce uzakta yaşayan Heather isimli genç bir kadın bir gün, hiç tanımadığı büyükannesinden kendisine Teksas’ta bir ev miras kaldığını öğrenir. Aile köklerini ortaya çıkarmak için arkadaşlarıyla yolculuğa çıkan Heather Teksas’a vardığında mirasın büyük ve terk edilmiş bir ev olduğunu öğrenir. Ancak bir anda sahip olduğu servet, evin karanlık ve rutubetli bodrum katında kendisini bekleyen korkuyla karşılaşınca, ona pahalıya mal olur.

New York şehrindeki gökdelende yaşayan Sara görme engelli bir habercidir. Bir gün evine girdiğinde eşinin ölü olduğunu fark eder, ancak katil evdedir.

Sırf kadrosuyla dahi dikkatinize değecek ve aynı zamanda orijinal senaryosuyla iyi vakit geçirilebilecek bir yapım. Kadrosuna rağmen beklentimi yüksek tutmadığım için olsa gerek, izlerken çoğu zaman keyif aldım. Farklı hikâyelerin küçük bağlantılarla, zaman kavramı dikkate alınmaksızın işlenmiş oluşu hoşuma gitti. Ayrıca konusu geçen her bir olayın farklı türlere mensup oluşu (aksiyon, dram, fantastik..) seyir keyfini yükseltti diye düşünüyorum. Bu durum filme daha bir ilgi çekicilik katmış. Paul Walker, Hızlı ve Öfkeli serisiyle kendisine çizdiği imajın çok ötesinde bir karakteri canlandırıyor. Başlarda biraz garipsesem de filmdeki en başarılı roldü bana göre. En çok eğlendiren, zaman zaman düşündüren oydu ve bu tip rollerin de hakkından başarıyla gelebileceğini kanıtlamış oldu. Film başladığında uzunca bir süre gözlerim Brendan Fraser’ı aradı durdu. Gözlükleri çıkartınca fark ettim ki meğerse Elvis kılığına bürünen ta kendisiymiş. Ayrıca Norman Reedus’un filmin kadrosunda olduğunu filmi izledikten sonra fark ettim. Rolü gereği kısa süreli görünse de yüzündeki maskeden dolayı hiç görünmüyor. Bir diğer ilginç karakteri ise Elijah Wood canlandırmış. Sapkın karakterler için ilk tercih olmaya başladı sanırım ama hakkını da yememek lazım, fazlasıyla başarılı oldu bu konuda. Farklı hikâyelerin bir araya getirilmiş oluşundan filmin karakter ağırlıklı olduğunu anlamak zor olmaz. Çok beklentiye girilmeden izlenmeli. Farklılığından ve akışından dolayı benim gözümde başarılı bir yapım

Suikastın nedenleri veya sonrasındaki olaylardan ziyade oradaki bir avuç insanın hayatları boyunca unutamayacakları bir günü anlatan, kendi halinde ama haddini bilen belki de bu yüzden bu kadar zevkle izlediğim belgesel tadında bir film.

Tehlikeli ve karizmatik bir kaçak olan Mud ve 14 yaşında iki çocukla kurduğu garip arkadaşlık konu alınıyor. Çocuklar kanun kaçağı olan bu adamı büyük aşkıyla bir araya getirmeye çalışırken aynı zamanda Mud'ın kanundan ve ödül avcılarından kaçması konusunda yardım etmeye kararlıdırlar. Matthew McConaughey, Reese Witherspoon ve Michael Shannon 'ın başrollerini paylaştığı filmin yönetmenliğini Jeff Nichols yapıyor.

Matthew Morgan, Paris'te yaşamını sürdüren yalnız bir adamdır. Bir tesadüf sonucu Pauline ile tanışır ve yaşama gücünü yeniden kazanır. Birlikte gerçek dostluk ve içten bir ilişkiye adım atan ikili, bu süreçte aile olmanın değerini de anımsar. Pauline bir araba kazasında ailesini kaybetmiş ve bu acı olayın sonrasında asla başka biriyle birlikte kendini güvende hissedememiştir. Matthew ise karısının ölümünden sonra çocuklarıyla sarsıcı sorunlar yaşamıştır. Pauline, Matthew'un bu sorunlarının neden olduğu son derece trajik bir olaya tanık olur ve Matthew ve oğlu Miles'ın arasındaki problemleri çözmeye karar verir.